Bir Ölüm Kalım Meselesi

Müjde bir ölüm kalım meselesidir.

Sanırım günün sonunda Evanjelik Hristiyanların çoğu bu gerçeği onaylayacaktır, ancak her Pazar dinledikleri tipik vaazlardan bunu anlayamazsınız. Daha ziyade, Müjde’nin bir yaşam meselesi olduğuna inanıyor gibi görünüyorlar. Bereketli yaşam, mutlu yaşam, tatmin olmuş bir yaşam konularına odaklanıyorlar. Müjde, Hristiyan radyo ve televizyonlarında ve kitaplarında nihai iksir, tüm hastalıkları iyileştiren ve hayatlarımızı biraz daha iyi hale getiren ilaç olarak sunuluyor. Sorunlarımızı burada ve şimdi çözer, kültürel aktivitelere katılımımıza biraz daha anlam katıyor, daha mutlu, iyi terbiye edilmiş çocuklar yetiştirmemize yardımcı oluyor. İşte bu nedenle, bize burada ve şimdi hükmeden Kral Mesih’i her zaman kutluyoruz. Göksel tapınakta bizim için kanını sunan Rahip Mesih’i ya da gelecek olan daha büyük bir ihtişamı müjdeleyen Peygamber Mesih’i pek kutlamıyoruz. Umudunu cennetin nimetlerine bağlayan basit Hristiyanlara karşı bir önyargımız var, değil mi? Düşünen Hristiyanlar olarak bir Hristiyan Felsefesine, bir Hristiyan iş yapma biçimine, bir Hristiyan Dünya ve Yaşam görüşüne, içinde yaşadığımız Şehir için bir Hristiyan planına sahip olduğumuz için gurur duyuyoruz.

 

Ancak Müjde bir yaşam ve ölüm meselesidir. (6 Şubat sabahı Antakya’da vifat eden kardeşimiz Mehmet Aşkar’dan bahset). Müjde İsa’nın çarmıhında ve dirilişinde yaşamın ölüm üzerindeki zaferiyle ilgilidir. Arkadaşlar, bizim hem yaşam hem de ölüm hakkında konuşmamız gerekir. Bu, gerçeğin yarısının hiç gerçek olmadığı klasik bir durumdur. Eğer vaazlarımız sadece yaşamla ilgiliyse, aslında belli bir yaşam biçiminden, bir yaşam kalitesinden bahsediyoruz demektir. O zaman Hristiyanlığın gizli sırrı, neredeyse her zaman kendi hayatlarımızı nasıl sağlıklı, mutlu ve verimli bir şekilde yaşayabileceğimizle ilgili olmalı. Kendimizden ve yaptıklarımızdan bahsediyoruz. Örneğin, bazı Hristiyan mezhepleri sürekli Bol Yaşam Hizmetlerinden bahsedip duruyorlar. Bu grupların anlattıkları müjde, bizi günahın ve ölümün egemenliğinden, Rabbimiz İsa Mesih aracılığıyla sonsuz yaşama götüren doğruluğun egemenliğine götüren yaşamdan çok daha farklıdır.

 

Pavlus’un vaaz ettiği Müjde’nin, Tanrı’nın kurtarma gücüyle ve ölümle ilgili söyleyecek çok şeyi var. Söylemelidir de. Müjde bir kere, ölü insanlara hitap etmektedir. Pavlus’un Romalılar 4. bölümde bizim için çizdiği lütuf ve müjde tasvirini hatırlıyor musunuz? Ölü bir rahme sahip kısır bir kadınla evli, çocuksuz ve ölü sayılabilecek yaşlı bir adamın resmidir bu ve bu iki insan, mirasçılarının deniz kıyısındaki kum taneleri gibi, gece gökyüzündeki yıldızlar gibi yeryüzünü kaplayacağına dair bir müjde vaadi alırlar. Çünkü Tanrı ölülere yaşam verir ve var olmayanı var eder. Lütuf, bizim Tanrı’yla işbirliği yapmamızla ilgili değildir. Tıpkı dört gün boyunca ölü olan Lazar’ın mezardan çağrıldığında İsa’yla işbirliği yapması gibi. İsa, Lazar’ın mezardan çıkmasını söylediğinde Lazar nasıl işbirliği yapmıştı? Lazar, ölü bir adam ne yaparsa onu yaptı… çürümeye devam etti. Bu, siz günahlarınız ve suçlarınız içinde ölüyken O’nun size gelmesi ve sizi İsa Mesih’le birlikte diriltmesiyle ilgilidir.

 

Neden Ölüm Hakkında Konuşalım?

Pavlus ölüm hakkında çok konuşuyor. Bugünkü metnimize bakın. Pavlus bu konuya Tanrı’nın Oğlu’nun ölümü aracılığıyla Tanrı’yla barışmamızdan bahsederek başlıyor ve İsa’nın ölümü onu bizim ölümümüzden, bir insanın günahıyla başlayan ve tüm insanlara yayılan ölüm egemenliğinden bahsetmeye itiyor. Pavlus neden ölüm hakkında konuşuyor? Çünkü ölümün egemenliğinin bize öğreteceği çok şey var. Bu bölümün son satırına bakın: Öyle ki, günah nasıl ölüm yoluyla egemenlik sürdüyse, Tanrı’nın lütfu da Rabbimiz İsa Mesih aracılığıyla sonsuz yaşam vermek üzere doğrulukla egemenlik sürsün.” Ölümün dünyaya girişi ve yayılışı Mesih’in yaşam zaferine benzer. Birini anlamazsanız, diğerini de anlayamazsınız.

 

Bu karşılaştırmanın merkezinde, günah ve ölümün tek bir insan ve tek bir suç aracılığıyla dünyaya girdiği ve yaşamın tek bir insan ve tek bir doğruluk eylemi aracılığıyla dünyaya geri getirildiği gerçeği yer alır. Adem ve İsa bu nedenle paralel olarak birbirleriyle bağlantılıdır. Bu nedenle Pavlus Adem’in “gelecek olan” Mesih’in bir tipi olduğunu söylüyor ve bu nedenle başka bir yerde Pavlus Mesih’i “İkinci Adem” ya da daha iyisi “Nihai Adem” olarak adlandırıyor.

 

Ölümün varoluşumuzun evrensel bir gerçeği olduğunu ve bu konuda konuşmanın bir anlamı olmadığını düşünebilirsiniz. Ancak ölüm hakkındaki Hristiyan öğretisi oldukça tartışmalıdır ve neredeyse evrensel olarak reddedilmektedir. Kutsal Kitap her şeyden önce ölümün dünyaya girdiğini öğretiyor. Ölüm her zaman burada değildi. Bu da dünyanın inandığından radikal bir sapmadır; yaşamlarımızın gençlik ve canlılıktan ölüme ve yıkıma uzanan seyri tamamen normaldir. Kutsal Yazılar bu varsayıma hayır diyor. Yani, ölümün seyrinin bu şekilde normal olmadığını söylüyor. Evet, ölüm dünyaya girmiştir. Tanrı elbette ölüm de dahil olmak üzere yarattığı her şeyden bir anlamda sorumludur, ancak bizi ölmemiz için yaratmamıştır. Tanrı yaratılış düzeni içerisinde ölümü yaratmamıştır. Ölümü yaratmadı ya da bunu amaçlamadı. Ölüm, Tanrı’nın yarattığı şekliyle dünyanın yapısını ve insan ırkını değiştirmiştir.

 

Daha da tartışmalı bir şekilde, ölüm sadece dünyaya girmekle kalmamış, aynı zamanda günah aracılığıyla dünyaya girmiştir. Günah ve ölüm arasındaki bağlantı gereklidir ve mutlaktır. Tüm insanlar ölür, çünkü tüm insanlar günah işliyor. Ölüm doğal bir şey değildir ve bir kaza da değildir. Ölüm günahın bir sonucu, bir meyvesidir. Geçen hafta aklanmanın meyveleri olan esenlik, sevinç ve umuttan bahsetmiştik. Bu hafta da Pavlus suçlanmanın, yani günahın meyvesi olan ölüme işaret ediyor.

 

Bu, bebeklerin ya da çocukların belli bir yaştan önce günahsız olduğunu düşünenler için açık ve kesin bir gerçektir. Gördüğünüz gibi, bebekler de, çocuklar da ölüyor. Bazı bebekler daha doğmadan ölüyor. Arkadaşlar, sadece günahkârlar ölür. Dolayısıyla Kutsal Yazılar, bebekler ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm insanların günahkâr olduğunu açıkça öğretiyor. Ve sadece burada değil, dikkatinizi çekerim; Davut Mezmur 51’de günaha gebe olduğunu itiraf etmiştir.

 

İnsanlar günah işledikleri için ölürler ve insanlar Adem günah işlediği için günah işlerler. Bazıları bu geçeği taklit açısından düşünme eğiliminde… İnsanlar şöyle düşünüyor: Adem günah işledi, bu yüzden çocukları ondan öğrenerek ve onu taklit ederek günah işledi ve ölüm bu taklidin bir sonucu olarak geldi. Ancak burada öğretilen ve asli günah doktrinine yol açan gerçek çok daha derindir. Pavlus bize tek bir insanın suçu yüzünden pek çok insanın öldüğünü; Adem’in tek bir suçunun herkesin suçlanmasına, mahkûmiyetine yol açtığını söylüyor. Başka bir deyişle, Adem’in günahının suçu tüm insan ırkı tarafından taşınıyor ve bu günahın iki yönlü bir etkisi var. Günah bizim ölümümüze neden olur – çünkü Adem’in suçu bizim suçumuzdur. Adem’in günahı bizim günahımıza neden olur. Bizi suçlar, mahkum eder ve kirletir. Bunun anlamı şudur: tek bir adamın işlediği suç yüzünden, ölüm o tek adam aracılığıyla hüküm sürmüştür.

 

Bu zor bir öğretidir. Pavlus tarafından öğretilen, Augustinus, Luther, Calvin ve kilise tarihindeki diğerleri tarafından yinelenen asli günah (orijinal günah) doktrini her zaman tartışmalı bir konu olmuştur; pek çok kişi bu öğretiyi reddetmiştir. Orijinal günah özellikle de modern adalet anlayışına ters düşmektedir. Ancak günah ne kadar saldırgan görünse de, ne kadar adaletsiz görünse de, Müjde de o kadar saldırgan ve o kadar adaletsizdir. Pavlus’u ilk Adem’i tartışmaya iten şey, ikinci Adem olan İsa Mesih’in düşmanlarının yaşamı için ölmesidir. Çarmıhın gizemi ve rencide ediciliği, ilk günahtan kaynaklanabilecek her türlü suçtan çok daha büyüktür. Bu durum en azından Adaletin katı uygulamasıydı, Adem tüm insanlığın temsilcisi olarak günahının sonucunun kendisini getirdiği yerde olduğu gibi durmak zorundaydı. Ancak İkinci Adem olan Rabbimiz İsa Mesih, bu görevi gönüllü üstlenerek adaletten çok daha üstün olan Tanrı’nın sevgisini gösteriyor.

 

Ve böylece Pavlus aynı zamanda bir zıtlık olan bu karşılaştırmayı ortaya koyuyor. Tek bir kişinin suçu yüzünden birçok kişi ölmüştür… Aynı şekilde tek bir kişi sayesinde, İsa Mesih sayesinde lütuf birçok kişiye bol yaşam vermiştir. Ancak birçoklarının sahip olduğu bu temsili ilişki, resmin sadece bir parçasıdır ve mahkumiyet ile aklanma arasındaki farkı kesin bir şekilde gösterir. Her ne kadar ilk Adem’in pek çok oğlu ve kızı onun tek günahı nedeniyle suçlu sayılmış ve mahkûm edilmiş olsalar da, mahkûmiyet onlar için tamamen uygun bir yargıdır. Çünkü sonuçta onlar da babaları gibi günahkârdır.

 

Ancak aklanma tamamen farklı bir konudur. Pavlus’un daha önce de tekrarladığı gibi, aklanma yargısı tanrısızlara, yani günahkârlara gelir. Ve sadece bağışlandıklarını değil, aynı zamanda doğru olduklarını da ilan eder. Bu karşılıksız armağan pek çok günahın ardından gelir; yalnızca Adem’in isyanının adil yargısını değil, o zamandan beri işlenen her günahın, günah işleyen nesillerin, kişisel günahların, ulusal günahların ve ırksal günahların adil mahkûmiyetini de tersine çevirir. Lütfun bolluğu günahkârlara, bunu hak etmeyen günahkârlara akar ve doğruluk armağanını, gerçek liyakati, ama bir başkasının liyakatini, yani Mesih’in liyakatini getirir. Bu armağan günahkârları, bir başkasının itaatiyle, bir başkasının doğru eylemiyle doğru kılar.

 

Benzerliği ve farkı görüyor musunuz? Her iki durumda da işin özü isnat, sayılma, yükleme anlamına gelen imputatio ifadesidir. Yani, Adem’in tek günahının suçluluğu bize yüklendi; bu suç, bu günah bizim günahımızdır. Mesih’in çarmıhtaki doğruluğu bize yüklendi; bu bizim doğruluğumuzdur. Ancak Adem’in suçu çok daha makul bir yöne doğru akıyor. Bu, günahkârların mahkûm edildiği anlamına geliyor. Mesih’in doğruluğu yokuş yukarı akan su gibidir; günahkârların aklandığı, doğru ilan edildiği anlamına geliyor. Adem’in suçluluğu yükselen günah dalgasını başlatıyor ve taçlandırıyor; Mesih’in lütfu tam da günahın arttığı yerde bollaşıyor, günahın üstesinden geliyor ve günahı tahtından indiriyor.

 

Peki, aklanma nedir? Bazıları bunun, nihai bir tamamlanma ve gerçeğin duyurusuyla, nihai bir aklanmayla taçlandırılan ahlaki bir doğru olma süreci olduğunu söylüyor. Bazıları ise bunun yasal ya da adli bir duyuru olduğunu, zaman içinde bir kez gerçekleşen ve bizi hem doğru ilan eden, hem de doğru kılan bir duyuru olduğunu söylüyor. Bununla ilgili çıkabilecek herhangi bir şüpheyi bu metin tamamen ortadan kaldırmaktadır. Tek bir doğruluk eylemi nedeniyle aklanıyoruz, doğru ilan ediliyoruz ve bu doğruluk eylemi bize ait bile değil. Aklanma, karşılaştırıldığı mahkûmiyet gibi, yasaldır. Ancak aradaki fark mutlaktır, kesindir. Mahkûmiyet, içimizdeki suçu tanıyan ve hükmünü veren bir yargıdır. Aklanma ise günahımıza ve suçluluğumuza rağmen Mesih’teki doğruluğu tanıyan ve bunun bize ait olduğunu ilan eden bir yargıdır. Dahası, aklanma Mesih’in doğruluğunu bizim doğruluğumuz haline getirir; bizi onun ölümüne ve yaşamına ortak eder, hatta Pavlus’un sonraki ayetlerde söyleyeceği gibi, vaftizimizde onunla birlikte ölüme gömüldüğümüz ve onunla birlikte yeni yaşama dirildiğimiz gibi… O’nun ölümüne ve yaşamına ortak ediliriz.

 

Sevgili Kardeşler, Müjde bir ölüm kalım meselesidir. Başka nasıl olabilir ki? Bu, tek bir adamın ölümünün ve dirilişinin kurtarıcı gücünün ilan edilmesidir. Böyle bir vaazın değeri nedir? Böylesine dehşet verici bir tarih, böylesine bir öğreti bugün bizim için neden önemli olsun? Kim kendi ölümü ve bir başkasının ölümü üzerine düşünmek ister?

 

Pascal’in şöyle bir bahsi var: Eğer bir Tanrı varsa, O sonsuz derecede anlaşılmazdır, çünkü ne parçaları ne de sınırları vardır, bize hiçbir yakınlığı yoktur. O halde O’nun ne olduğunu ya da olup olmadığını bilmekten aciziz… “Tanrı vardır ya da yoktur.” Ama hangi tarafa meyletmeliyiz?… Bahse girmelisiniz… O zaman hangisini seçeceksiniz? Bakalım. Bu iki şansı değerlendirelim. Kazanırsanız, her şeyi kazanırsınız; kaybederseniz, hiçbir şey kaybetmezsiniz. O halde hiç tereddüt etmeden O’nun var olduğuna bahse girin. Evet, küçük bir yaşam meselesi var ve nihai yargı gerçeği var. Ancak Pascal’in bahsinin mantığını tamamen bir kenara bırakırsak, ölümden sonraki yaşama ve gelecekteki yargıya dair bahislerimizi korumaya alırsak, hangimiz ölümün ve ölüm korkusunun hayatımızdaki en güçlü kuvvet olduğunu inkar edebiliriz ki? Ortaçağ dünyası ölüme odaklanma ve kendine ebedi huzurun marjinal bir artışını satın alıp inşa etme konusundaki büyük çabalarında kesinlikle çok daha açıktı. Ancak on dördüncü yüzyılın yirmi birinci yüzyıl karşısında hiçbir üstünlüğü yok. Günümüzde insanlar genç kalmak istiyor… Gençlik kültümüz, fitness, estetik ameliyatlar, yüz gerdirmeler, burun ameliyatları, haplar… vb. Araf’tan çıkış yolumuzu satın almaya çalışmayabiliriz, ama ölüm gerçek değilmiş, gelmiyormuş, her uyanık anımıza korkunç lanetiyle musallat olmuyormuş gibi davranarak milyarlar harcadığımız kesin. Ölümü sterilize ediyoruz ve ölümü ve mezarlıkları günlük hayatımızdan çıkarıyoruz, ama bütün bunlar ölümü daha az gerçek yapmıyor.

 

Mesih’in tek doğruluk eylemi bizi şimdi özgür kılıyor. Nihai soruyu, yaşam ve ölüm sorusunu ciddi bir şekilde düşünmek, günlük yaşamlarımızda meyvelerini huzur, sevinç ve umut olarak verecektir. Huzuru, sevinci ve umudu geliştirerek, uygulayarak ya da kendimizi bunlara göre disipline ederek bulamayız. Bunları Mesih’te, O’nun çarmıhtaki ölümünde buluruz, çünkü nihai zafer bu ölümdür. Pavlus’un pek çok yerde, ama özellikle de Korintliler’de teolojik argümanını Mesih’in ölümü ve dirilişi üzerine bir düşünceyle tamamlaması hiç şaşırtıcı değildir: “Çürüyen ve ölümlü beden çürümezliği ve ölümsüzlüğü giyinince, “Ölüm yok edildi, zafer kazanıldı!” diye yazılmış olan söz yerine gelecektir. “Ey ölüm, zaferin nerede? Ey ölüm, dikenin nerede?” Ölümün dikeni günahtır. Günah ise gücünü Kutsal Yasa’dan alır. Rabbimiz İsa Mesih aracılığıyla bizi zafere ulaştıran Tanrı’ya şükürler olsun!

 

Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un Adıyla. Amin.